Şeyh Muzaffer Efendi'nin kilisede yaptığı zikir

14 Temmuz 2016 Perşembe |

Yıllar önce Şeyh Muzaffer Efendi ve bir grup derviş Paris’i ziyaret ettiklerinde, oradaki katedrallerden birinde zikir yapmak üzere davet edilirler.

Zikirden sonra başrahip, “ Ben katedralimde sizin dua etmenize izin verdim, siz de benim bir ayinimi camilerinizin birisinde yapmama izin verir misiniz? diye sorar:

Şeyh Muzaffer Efendi hemen cevap verir: “Kesinlikle olmaz!”

Rahip bu eşitsizlik karşısında şok olur; ancak Şeyh Muzaffer Efendi devam eder:
“Sizin katedralinizde dua etmek hakkına sahibim; çünkü Hz. İsa’yı (a.s) seviyorum. Ancak siz bizim camiimizde ibadet edemezsiniz; çünkü Hz. Muhammed’i (s.a.v) sevmiyorsunuz.

Gavs Hazretlerinin kerameti

15 Nisan 2016 Cuma |

Abdülkâdir Geylani (k.s) hazretlerinin huzuruna bir gün yaşlı bir kadın yanında oğluyla geldi. Yaşlı kadın Gavs hazretlerine şöyle dedi:

- Oğlumun size çok bağlı olduğunu gördüm. Ben hakkımı helal eyledim, ona izin verdim. Allah için onu yanına al.

Şeyh hazretleri de Allah rızası için onu kabul etti. Nefsiyle mücadele etmesini tavsiye etti, ahlakını güzelleştirmesi için bazı talimler verdi.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra yaşlı kadın oğlunu görmeye geldi. Baktı ki oğlu arpa ekmeği yiyor. az yemekten ve uykusuzluktan zayıflamış, rengi sararmış... Kalkıp şeyhin huzuruna çıktı. Şeyhin önündeki tabakta tavuk kemikleri vardı.

Yaşlı kadın şeyhe şöyle dedi:
-Siz tavuk eti yiyorsunuz, benim oğlum ise arpa ekmeği yiyor!

Bunun üzerine Şeyh elini kemiklerin üzerine koydu ve  şöyle buyurdu
- Çürümüş kemikleri dirilten Allah’ın izniyle ayağa kalkın dedi.

Tabağın içindeki tavuk kemikleri Allah’ın izniyle dirilip ötmeye başladı. Abdülkadir Geylanî (k.s) yaşlı kadına şöyle dedi:
- Ne zaman ki senin oğlun da bu dereceye ulaşır, o zaman canının arzuladığı şeyi yesin!...

Bu kerametle ilgili olarak Bediüzzaman Said Nursi (r.a) Hazretleri On Dokuzuncu Lem adlı eserinde şu tesbitte bulunur:

-İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin manası şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.

Üftade Hazretleri; Bu su başka bir ateşle ısınmış...

29 Mart 2016 Salı |

Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri Üftade Hazretlerinin en gözde öğrencisidir..

Hüdâyî hazretleri her sabah erkenden kalkarak hocasının abdest suyunu ısıtıp hazır ederdi

O sabah ise uykuya dalmış ve ancak son vakitte uyanabilmişti. Derhâl ibriği aldı. Fakat ısıtmaya vakit yoktu. Çünkü hocasının ayak seslerini işitiyordu. İbriği göğsüne bastırmış bir halde kalakaldı. Üftâde hazretleri eğilerek;

-Haydi evlâdım suyu dök." dedi.

Hüdâyî hazretleri ise ibriği göğsüne bastırmış hâlde duruyor ve buz gibi olan suyu hocasının eline dökmeye kıyamıyordu. Üftâde hazretleri tekrar;

-Haydi evlâdım! Ne duruyorsun? Geç kalacağız. deyince, çekine çekine ve korkarak suyu dökmeye başladı.

Üftade Hz. Israrla suyla abdest almak ister, suyun üzerinden dumanlar yükselmektedir…

Ancak hocasının sözü onu bir kat daha şaşırttı.
-Evlâdım Mahmûd bu su ne kadar ısınmış böyle. Bunu normal ateş ile ısıtmayıp, gönül ateşi ile ısıtmışsın.

O gün Üftade Hazretleri;

-Bu hâl artık senin hizmetinin tamam olduğunu gösteriyor...


Beyazid-i Bestami: Münker ve Nekir sana nasıl muamele eyledi?

28 Mart 2016 Pazartesi |

Beyazid-i Bestami Hazretleri vefât ettikten sonra, büyük zâtlardan birisi kendisini rüyâda görüp sordu.

-Münker ve Nekir sana nasıl muamele eyledi?
Cevabında;
O iki mübarek melek gelip;
-Rabbin kimdir?
diye sorunca, onlara dedim ki:
-Bunu sormakla sizin maksadınız hâsıl olmaz. Siz bana O'nu soracağınıza, beni O'na sorun. Eğer O, beni, kulu olarak kabul ederse ne âlâ. Mâzallah O, beni kulu olarak kabul etmezse, ben, yüz defa; "O, benim Rabbimdir." desem ne faydası olur?
buyurdu...

Abdülkadir Geylani - Müminin feraseti

23 Ekim 2015 Cuma |

Müminin Feraseti:

Gavsul Azam Abdülkadir Geylani Hazretlerinin oğlu Musa rivayet ediyor: 

Babam şöyle anlattı:

Çölde yolculuk yapıyordum. Günlerce su bulamadım. Susuzluktan takatsiz kaldığım esnada bir bulut gördüm. İçinden çiğe benzeyen bir şey yağdı. Ben de onunla susuzluğumu giderdim. Sonra bütün ufku kaplayan bir nur gördüm. İçinden bir suret çıkıp bana:

- Ey Abdülkadir! Ben senin Rabbi’nim. Haram olan şeyleri sana helal kıldım.” dedi. Bunları duyunca hemen “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm. Defol ey mel’ûn şeytan.” dedim. Birden o nur zulmet, o suret de duman oldu ve bana:

- Benden, Rabbi’nin hikmeti ve ilmin ile kurtuldun. Ben bu şekilde yetmiş kişiyi dalalete düşürdüm, doğru yoldan saptırdım.

deyince:

-Bu, Rabbi’min fazlı ve ihsanıdır. Hamd onadır.dedim.

Bana:

- Onun şeytan olduğunu nasıl anladın? diye sordular.

- Haram olan şeyleri sana helal kıldım demesinden anladım. dedim.

Kaynak: et-Tabakatü’l-Kübra, İmam Şa‘rani

Süleym Ebü’l-Feth er-Razi - Annenin Hayır Duası

22 Ekim 2015 Perşembe |

Bir annenin hayır duası...

İslam büyüklerinden sayılan şafi alim, Süleym Ebü’l-Feth er-Razi anlatıyor:

On yaşımda iken Rey şehrinde bazı âlimlerden Kur’ân öğreniyordum. Bana oku dediler. Fâtiha sûresini okumak istediysem de dilim tutuldu, okuyamadım. Hocam:

- Annen hayatta mı?” dedi.

- Evet” dedim.

- Git, Allah’ın seni Kur’ân ve ilim ile rızıklandırması için ondan dua iste” dedi.

Ben de annemden duâ istedim. O da dua etti.

Sonra büyüdüğümde Bağdat’a gittim. Annemin duasının bereketiyle Arapça ve Fıkıh tahsil eyledim ve Rey şehrine döndüm. Camide Muhtasaru’l-Müzeni'yi okuturken beni anneme dua için gönderen hocam geldi. Bize selam verdi. Lakin beni tanıyamamıştı.

Dersi dinledi ve:

“Biz de böyle ilim öğrenmeliyiz” dedi.

İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretlerinin cevabı

8 Temmuz 2015 Çarşamba |

Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretlerine günün birinde üç kişi gelir. 


Bunlardan biri ateist, diğeri mutezile, sonuncusu da  cebriyecidir. (Cebriyeci: kadercilik anlayışını reddeden, sapkın bir barıl inanca sahip gelenekten kimse) Bunlar ellerindeki felsefe ve diğer ilimlere güvenerek İmam-ı Azam’ı fikri olarak alt etme gayesindedirler. 

Sualleri vardır; 


Önce Ateist sorar: - Allah varsa, var olan görülür. Varsa ispat et!

Ardından Akılcı olan mutezile hazırladığı sorusunu sorar: - Cehennemde ateş var. Şeytan ateşten yaratılmıştır. Şeytana ceza vermek mümkün mü?

Cebriyeci de kaderi reddeden sorusunu sorar: -  Sen ise irade-i cüziyye var diyorsun. Her şeyin hâlıkı Allah iken insan ne yapabilir ki?

Tüm soruları sabırla ve dikkatle dinleyen İmam-ı Âzam Hazretleri, yerden 3 avuç nemli toprağı top gibi yapıp, her topu birine atar. Üçü de, İmam-ı Azam’ın kendilerine hakaret ettiğini düşünüp, durumu kadıya şikâyet eder. Kadı niye çamur topu attığını sorar.

İmam-ı Âzam Hazretleri der ki - Bunlar bana soru sordu ben de cevap verdim. 

Ateist, “Allah varsa, var olan şeyin görünmesi gerekir” demişti. Toprak başımı acıttı dedi, madem ağrı var, ağrıyı göstermesi lazımdır. Ağrıyı bile göremeyen Allah’ı nasıl görebilir ki? Ateist akılsızdır, aklı varsa göstermesi gerekir. Ruh da akıl gibi görünmez, ama yaptıklarından anlaşılır. Kâinatın var olması da onun bir yaratıcısının olmasını gerektiğini gösterir.

Mutezile olan ise, topraktan yaratılmış olduğu halde, çamur toptan etkilendi. Toprak topraktan etkilendiğine göre ateş de ateşten etkilenir. Demir testeresi demiri kestiği gibi, ateş de ateşi yakar.

Cebriyeci ise, “Allah her işi zorla yaptırır” diyordu. O zaman o toprağı Allah attı, bu beni niye şikâyet ediyor? 

Kendi kendini yalanlamış oluyor.Ustasız yapılan kayık

Bediüzzaman Said-i Nursi hazretlerinin rüyası

7 Temmuz 2015 Salı |


Birçok Allah dostu zatlarda olduğu gibi Bediüzzaman Said-i Nursi hazretlerinin de kerametleri meşhurdur.


Bediüzzaman, ömrünü kuran hizmetine adamasındaki sırrı şöyle ifade eder;

Eski Harb-i Umumîden evvel bir vâkıa-i sâdıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti; dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. 

Dedim:   - Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir. O hem Rahîmdir, hem Hakîmdir.

Birden, o hâlette iken baktım ki, mühim bir zât bana âmirane diyor ki: - İ'cazı Kur'an'ı beyan et.

Uyandım, anladım ki, bir büyük infilak olacak. o infilak ve inkılaptan sonra kuran etrafındaki surlar kırılacak Doğrudan doğruya Kur'an kendi kendini müdafaa edecek. Kur'an'a hücüm edilecek, İcazı onun çelik bir zırhı olacak. 

Ve şu icazın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak ve namzet olduğumu anladım."

Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerinin kerameti

2 Temmuz 2015 Perşembe |

evliya hikayeİstanbul'da Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerinin genç bir talebesi ahlakı bozuk bir kadının tacizine maruz kalır. Bu talebe dönemin genç kızları tarafından gıptayla bakılan bir güzelliğe, yakışıklılığa sakip idi. Bu bayan çok yakışıklı olan bu gençten dünyevi hazları adına ondan faydalanmak için gencin geçeceği yollarda ona çeşitli tuzaklar kurmaya başlar. İlk başta iffetini korumaya çalışsa da talebe, bir zaman sonra o kadının tesiri altına girmeye başlar.

Bir gün kadın gencin önünü keserek ona bu akşam evine gelmesini ve saat beşte kendisini beklediğini söyler...

Bu cazibedar fitne kadına aldanan genç akşam saat beşte kadının evine gelir ve dakikalarca kapıyı çalar ama kapı açılmaz yarım saat sonra da genç kapı çalmayı bırakır ve geri döner. Ertesi sabah kadın tekrar gencin önünü keser ve dün akşam niçin gelmedin diye hesap sorar. Genç de geldiğini ve yarım saat kapıyı çaldığını ve kendisinin kapıyı açmadığını söyler.

O günün akşamında genç Süleyman Efendi Hazretlerinin yanına gider ama Hazret kendisine tebessüm etmez.Yanına gelip elini öpmeye çalışırken bir de bakar ki Efendi Hazretlerinin gömleği açılmış ve göğsü mosmor olmuş.

Süleyman Efendi hazretleri buyurur; Dün akşam yarım saat boyunca göğsüme öyle yumruklar attın ki göğsümü morarttın.

Genç talebe Akşam kendisini korumak için üstadının kapının önünde siper olduğunu anlar ve ağlayarak üstadının ellerine ve eteklerine sarılır ve aff diler.

Talebe bu kerameti görünce olaydan sonra tekrar kur'an hizmetine sımsıkı sarılır.

Muhyiddin-i Arabi Hazretleri:Yaklaş ve ellerini ateşe sok

14 Mayıs 2015 Perşembe |

Muhyiddin-i Arabi Hazretlerini ateşin yakmaması:

Soğuk bir kış gününde Muhyiddin-i Arabi Hazretleri’nin sohbetine inkarcı bir felsefeci gelmişti. Bu filozof , Peygamberlerin mucizelerini inkar ediyor, her şeyi felsefe açıklamaya çalışıyordu.

Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı. Filozof dedi ki: “Avamdan insanlar, Hazreti İbrahim’in (aleyhisselâm) ateşe atıldığı ve yanmadığı kanaatindedirler. Bu nasıl olur? Zira ateş her şeyi yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır.” Devam edip bir takım sözler söyleyince Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; “Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 69. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz de: Ey ateş İbrâhim’e karşı serin ve selâmet ol, dedik” buyurmaktadır.” dedi. Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle ateşi iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kalmıştı. Ateşin, elbisesini ve Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin elini yakmadığını ve tekrar mangala doldurduğunu görünce iyice şaşırmıştı. Ateşi tekrar mangala doldurup, filozofa; “Yaklaş ve ellerini ateşe sok” deyince, filozof ellerini uzatır uzatmaz, ateşin te’sîrinden hemen geri çekti. Muhyiddîn-i Arabî bunun üzerine; “Ateşin yakıp yakmaması, Allahü teâlânın dilemesiyledir” buyurdu. 

Filozof onun bu kerameti görünce, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.

Ebü'l-Hasan Kusi Hazretleri: Senin gördüğün o hal, şeytani bir haldir.

4 Mart 2015 Çarşamba |


Ebü'l-Hasan Kûsî'nin talebelerine ders verdiği bir hânekâhı vardı. Her gün ve gecesinde bir defâ hânekâha giderek, talebelerinin hâllerini kontrol ederdi. Bir Ramazân-ı şerîfin son gecesi yine hânekâha geldiğinde, talebelerden birisinin ağladığını görüp, sebebini sordu. Talebe; "Efendim! Bu gece rüyâmda, bu gecenin Kadir gecesi olduğunu müşâhede ettim. Herkesi secde ediyor gördüm. Ben de secde etmek istedim. Fakat bütün gayretlerime rağmen secde edemedim. Sanki karnımda demirden bir direk vardı ve eğilemiyordum. Bu demir direk, secde etmeme mâni oluyordu." 


Talebenin bu anlattıklarını dinleyen Ebü'l-Hasan, tebessüm edip buyurdu ki: "Evlâdım! Bunun için hüzünlenme, korkma!O demir bir direk gibi secde etmene mâni olan şey, senin içine bizim tarafımızdan konulmuş bir şeydir. Senin gördüğün o hâl, şeytânî bir hâldir. Eğer secde etseydin, şeytan senin içine girmek için yol bulmuş olacaktı." 

Bu sözleri dinleyen talebe; "Bu hâlin böyle olduğunu ben nereden bileyim. Hâl gerçekten bu anlatılan gibi midir?" diye düşündü. Hâtırına gelen bu ve bunun gibi şüpheye yer veren düşünceler içindeyken, Ebü'l-Hasan o talebeye: "Ben sana böyle söylüyorum. Yoksa delîl mi istiyorsun?" buyurdu. Bundan sonra da sağ elini uzattı. Talebe, hocasının sağ elinin meşrıka kadar uzandığını gördü. Sonra sol elini uzattı. O da magribe kadar uzandı. Sonra sağ elini sol eline doğru yaklaştırdı. O kadar ki, iki elinin birleşmesi için arada çok az bir mesâfe kalmıştı. Nihâyet iki eli arasında gördüğüm nûr, insan şeklinde duruyordu. Benim nûr şeklinde gördüğüm o şey, şimdi siyah ve çok çirkin bir şekildeydi ve Ebü'l-Hasan'a kendisini bırakması için yalvarıyordu. Ebü'l-Hasan ellerini biraz daha yaklaştırdı. O elindeki acâib şeyin bağırması, feryâdı daha da fazlalaştı. Nihâyet, o iğrenç ve çirkin şekil bir duman hâline geldi. Havada yok olup gitti. 

Bu hâli müşâhede edip gören talebenin gönlüne gelen îtirâz ve şüphe şeklindeki düşünceler artık yok oldu.

Padişah seni cezalandırır sözüne İmam Birgivi Hz.lerinin cevabı

1 Mart 2015 Pazar |

İmam-ı Birgivi Hazretleri, şerri hukuktan ve ehlisünnet itikadından zerre kadar taviz vermeyen sarsılmaz bir imana sahipti. 

Döneminde Devlet-i Ali Osmaniyye'de Kur-an-ı Kerim'in para karşılığında okunup okutturulmasına, herhangi bir ibadetten para alınmasına en sert muhalefeti o yapmıştır. Kadıların, muhtesiplerin ve diğer devlet görevlerinin rüşvet alması, ehil olmayan kişilere ve onların çocuklarına ilmi ve idari büyük makamlar verilmesi ve bu yüzden toplumda cehaletin, batıl inanışların, bidatların artmasına karşı mücadele etmiştir. Devleti yöneten kişilerden din görevlilerine kadar toplumun her zümresinde gördüğü bozuklukları yaptığı vaazlarda ve yazdığı eserlerde keskin bir dille eleştirdi. 

Bu konuda zamanın alimleriyle yazılı ve sözlü münazaralara (tarışmalara - reddiyelere) girmiştir. Hatta devrin şeyhül İslamı Ebusuud Efendi’nin verdiği bir fetvayı yırtıp atacak kadar cesur ve davasına sadık bir zattır.

Ebusuud Efendi ile restleşmesinden sonra kendisine “Padişah seni cezalandırır” diyenlere verdiği cevap onun imanının ulaştığı noktayı çok iyi gösterir. Onlara cevaben şöyle demiştir: “En çok verecekleri ceza şu üç şeyden başkası olamaz: “Ya öldürürler, ki bu şehitliktir. Yahut hapsederler, o ise uzlet ve halvet demektir. Her ikisi de iki yoldur. Ya da sürgün ederler, ki bu da hicret ve peygamberlerin (s.a.v.)sünnetidir ve ben bunlardan sevap umarım.”

Muhammed Cezuli: Salavatı şerifenin getirdiği makam

25 Şubat 2015 Çarşamba |

Fas'ta Marakeş'in yedi evliyasından biri olarak bilinen Muhammed Cezûlî hazretlerinin saliha bir eşi vardı. 

Bir gece yatağından kalktı. En güzel elbisesini giyip evden dışarı çıktı. Bunu görünce, hanımının bu saatte nereye gittiğini merak ederek arkasından o da çıktı. Onun deniz kıyısına doğru gittiğini gördü. Önünde ve ardında bir arslan mübarek hanıma bekçilik ediyordu. Kıyıya varınca denize girdi ve yürümeye devâm etti, sonunda küçük bir adaya ulaştı. Aslanlar denizin kıyısında yattılar. Orada abdest alıp, namaz kılmaya başladı. İbâdetten sonra, yine su üzerinde yürüyerek kıyıya geldi. Arslanlar da kalkarak, biri önde, diğeri arkada yürümeye başladılar. Muhammed Cezûlî daha önce eve gelip, uyuyor göründü. Üç gece gözetledi ve hanımının her gece böyle yaptığını gördü. Üçüncü gecenin sabahında, bu durumu sordu. Hanımı; 

Hanımı ona; "Siz, bu işe şimdi mi vâkıf oldunuz? Uzun senelerdir ben böyle yapıyorum." dedi. 

Bunun üzerine Muhammed Cezûlî; "Acabâ, bu kerâmete ne sebeple kavuştunuz?" diye sorunca, hanımı; "Resûl-i ekreme salevât-ı şerîfe okumayı hiç bırakmadım. Nîmete bu yüzden kavuştum." dedi. 
Muhammed Cezuli; "Devâm ettiğiniz bu salevât-ı şerîfe hangisidir?" diye suâl etti. Hanımı cevap vermedi. Isrâr edince; "Bu gece istihâre edeyim, izin olursa, cevap veririm." dedi. 

Sabah olunca; "Açıkça söyleyeyim, haber vermeye izin yoktur. Ancak salevât-ı şerîfeleri topla, onların içinde varsa, "Vardır" diye haber veririm." dedi. Bunun üzerine Muhammed Cezûlî, birçok kitaplarda bulunan salevât-ı şerîfeleri topladı ve bir kitap yazdı. Hanımına, yazdığı bu kitabı okuduğu zaman, hanımı; "İçinde birkaç yerde vardır." dedikten sonra; "Bu kitabı okumaya devâm edenin, Allahü teâlânın rahmetine kavuşacağında şüphe yoktur." dedi. Muhammed Cezûlî bu eserine; Hayırlara deliller ve nûrların doğuşu mânâsına gelen Delâil-ül-Hayrât ve Meşârık-ul-Envâr ismini verdi.

Beni bin defa kovsanız da yine geleceğim. (Gönenli Mehmed Efendi)

27 Ocak 2015 Salı |

Gönenli Mehmet Efendi, Sultan Ahmet Camii'ne tayin edilince
...
O civarda oturan âmâ (kör) bir kimseyi tespit edip ziyaretine gitmiş. Selamdan sonra:

–Efendim ben Sultan Ahmet Camii'ne imam geldim. Hem sizi ziyaret etmek hem de üzerime düşen bir görev varsa onu ifa etmek isterim, demiş.
Âmâ adam: –Allah razı olsun, hoş geldiniz, demiş.
Hocaefendi:
–Maaşınız falan var mı? diye sormuş.
–Hayır, yok, cevabını vermiş adam.
Hocaefendi:
– Peki, başka yerden geliriniz falan? demiş.
Âmâ adam:
–Hayır, herhangi bir gelirim yok! demiş.
–Peki, neyle geçiniyorsunuz, diye sorunca; âmâ öfkelenmiş:
–Bundan size ne efendi? Bir de imamsınız, rızık haa! Rızık kimden hoca? Gidebilirsiniz!… diye konuşmuş.
Hocaefendi çıkmak zorunda kalmış. Lâkin o gece gözüne uyku girmemiş. Ertesi gün sabah yine gitmiş ve kapıyı çalmış. Âmâ adam içeriden:
–Kimsin? diye seslenmiş. Hocaefendi:–Dün kovduğun yüzsüz imam, cevabını vermiş. Âmâ adam kapıyı açmış:
–Gene neye geldin? diye söylenmiş.
Hocaefendi:
–Hiç efendim, ziyaretinize geldim. Beni bin defa kovsanız da yine geleceğim. Yine geleceğim, demiş. Âmâ adam:
–Adın ne senin, ne derler sana? demiş.
Hocaefendi:
–Adım Mehmet Öğütçü, efendim. Gönenli Hoca diye tanırlar beni, diye karşılık vermiş. Âmâ adam bunu duyunca:
–Buyur gir içeri, konuşalım, diyerek içeriye buyur etmiş. Hocaefendi içeri girince âmâ adam:
–Kusura bakma hoca, dün kalbini kırdım.
Hakkını helâl et, demiş.
Hocaefendi:
–Estağfirullah efendim. Sizi dinliyorum, demiş. Âmâ adam şöyle anlatmış:
–Benim sırrım şu hoca. Ben her gün kuşluk namazını kıldıktan sonra, "Ya Rabbi! Kuşluk senindir, güzellik senindir, nimet ve her şey senindir. Eğer rızkım gökte ise, yere indir. Yerde ise, çıkar. Uzakta ise, yaklaştır. Haram ise, helâl et. Dar ise, genişlet ve elime ilet.'' diye dua ederim. Sonra ellerimi yüzüme sürer sürmez, biri gelir sağ dizime vurur. "Aç elini!" der. O günkü ihtiyacımı verir gider. Bu her gün böyle devam eder.

Hocaefendi onu hayretle dinlerken âmâ adam sözlerine devam etmiş:
–Aynı zat bugün de geldi ve sağ dizime vurarak benim kısmetimi verdikten sonra, sol dizime vurarak, "Bunu da Gönenli Mehmet Efendi'ye ver." dedi. Al kısmetini!...
Büyük âlim, fakirlerin ve talebelerin mânevî babası Gönenli Hocaefendi içli içli ağlamaya başlamış ve "İlâhî ya Rabbi! Hikmetinden sual olunmaz.'' diyormuş.

Hocaefendi şunu kendisi söylemiştir: "O âmâ adamdan bu mübarek kısmeti aldıktan sonra ömrü hayatımda hiç darlık çekmedim.

Bir dergah istiyoruz...(Hacı Bektaş-ı Veli)

15 Ocak 2015 Perşembe |

Hacı Bektâş-ı Velî, her gün gelip, şimdiki dergâhının bulunduğu yere otururdu. Onu sevenler;
"Gâliba Hacı Bektâş-ı Velî hazretleri burada bir dergâh binâ edilmesini istiyor, o yüzden gelip buraya oturuyor" dediler.

 Daha sonra Hacı Bektâş-ı Velî'nin hizmetini gören Sarı İsmâil'e, Hacı Bektâş'ı sevenlerden biri, buraya bir dergâh yaptırmaya niyet ettiğini söyledi. Sarı İsmâil de, gelip durumu hocasına arz etti. Hacı Bektâş-ı Velî; "Ona söyle. Bir usta getirsin. Biz istediğimiz büyüklükte bir dâire çizelim. Ayrıca yeteri kadar taş getirtip, yonttursun, hazır etsin." dedi. Sarı İsmâil, bu durumu o şahsa bildirince, çok sevindi ve hemen bir mîmâr getirdi. Hacı Bektâş-ı Velî de kalkıp, mübârek eliyle şimdiki dergâhın bulunduğu yeri çizdi. O mîmâr da, dergâhın inşâsı için yetecek kadar taş getirtip, yontturdu. Taşların yontulma işinin bittiği gecenin sabahı, herkes, dergâhın yapılmış olduğunu gördü. Dergâhı yaptıracak kimse, derhâl Sarı İsmâil'in yanına gelip; "Ben bu binânın yaptırılması için usta getirdim, taş getirdimv e yaptırma sevâbına kavuşmak istedim. Fakat her kimse bir gecede yaptırmış." diyerek üzüntülerini belirtti. 

Sarı İsmâil, durumu derhâl hocası Hacı Bektâş-ı Velî'ye bildirdi. Bunun üzerine Hacı Bektâş-ı Velî; "Ey İsmâil! O beni sevene söyle, bu dergâhı zâhirden birisi gelip yaptırmadı. Allahü teâlânın izni ile bir anda yapıldı. Sevâbı yine onun amel defterine yazılmıştır." dedi. İsmâil durumu derhâl o kimseye bildirdi. O zât da Allahü teâlâya şükür secdesi yaptı.

Abdülkadir Geylani'nin (k.s) Bediüzzaman Said Nursi'ye himmeti


Gavs-ı A’zam’ın en çok imdadına yetiştiği, tasarruf ettiği zatlardan biri Bedîüzzaman Hazretleridir...

Bediüzzaman Said-i Nursi, üstadı Abdulkadir-i Geylânî Hazretlerinin kendine yaptığı binler himmetlerden birini şöyle anlatır: 

Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemiz ve etrafında, ahali Nakşî Tarikatında idiler. 

Oraca meşhur Gavs-ı Hîzan namiyle bir zattan istimdad ediyorlardı, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylanî” derdim. Çocukluk itibariyle elimden ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, “Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” derdim acibdir ve yemin ediyorum, bin def’a böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasiyle imdadıma yetişmiştir. 

Onun için bütün hayatımda umumiyetle fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zât-ı Risaletten (asm) sonra Şeyh-i Geylânî’ye hediye ediyordum. 

Hemcinslerini sefâlette gören bir insan, gülistanda eğlenebilir mi hiç?

7 Kasım 2014 Cuma |

Bir mü’minin sahip olması gereken kalbî derinlik ve inceliği, Şeyh Sâdî, Bostan adlı eserinde, başından geçen bir hikâye ile şöyle îzah etmektedir:


“Bir yıl Şam’da öyle bir kıtlık oldu ki, âşıklar aşkı unuttular. Gökyüzü yeryüzüne karşı öyle hasis davrandı ki, ekinler ve hurma ağaçları dudaklarını bile ıslatamadılar. Ne kadar pınar varsa hepsi kurudu. Yetimlerin sıcak gözyaşlarından başka bir damla su kalmadı.

Bulutlar, sanki buhar olmuştu. Bacalardan tüten ise yoksulların âhından başka bir şey değildi.

Ağaçlar kurumuş, çıplak fakirlere dönmüştü. Güçlü, kuvvetli kişiler tâkattan düşmüş, âciz kalmışlardı. Bahçelerde gölge ve dağlarda yeşillik kalmamıştı.

Vaziyet böyle iken, bir gün yanıma bir dostum geldi. Bir deri bir kemik kalmıştı. Hâlbuki zengin, kudretli, şan ve şeref sahibi, hem de cüsseli bir insandı. Bu sebeple hâlini görünce çok şaşırdım. Kendisine:
«–Ey güzel huylu dostum; ne oldu, nasıl bir felâkete uğradın? Gördüğüm bu zayıf, bitkin ve kederli hâlinin sebebi nedir?..» diye sordum.

Dostum ise bana hayret içinde derin derin baktı. Sonra üzgün bir şekilde şöyle cevap verdi:
«–Dostum! Kederimin sebebini bilmiyorsan, bu ne gaflet! Biliyorsan niçin soruyorsun? Görmüyor musun ki, felâket son raddeye vardı. Ne gökten yere yağmur iniyor, ne yerden göklere, âh edenlerin feryâdı yükseliyor!»

Ona dedim ki:
«–Biliyorum! Fakat bu kıtlık, seni niye bu kadar teessüre gark ediyor ki? Zehir, panzehirin bulunmadığı yerde adam öldürür. Başkası yoksulluktan ölebilir. Fakat sen yoksul değilsin ki… Senin her şeyin var. Dünyayı tufan kaplasa bundan ördeğe bir zarar gelir mi?»
Bunun üzerine o kemâl ehli dostum, âlimin câhile bakması gibi, önce beni baştan aşağı süzdü ve sonra da bana pek gücenmiş olduğunu da ifâde edercesine, mânâlı mânâlı dedi ki:
«–­Farz et ki ben denizin kıyısındayım ve çok sevdiğim dostlarım da denizde boğuluyor. Söylesene, bu durumda müsterih olabilir miyim? Yüzümün solgunluğu yoksulluktan değildir. Benim yüzümü sarartan, yoksulların ıztırabıdır. Akıllı bir insan ne kendisinde ne de başkalarında bir yara görmek ister. Hamdolsun benim bir yaram yok, ama başkalarında bir yara gördüğüm vakit titriyorum, vücudum sarsılıyor. Zira vicdan sahibi olan, kendi âzâsında bir yara görmek istemediği gibi, Allâh’ın diğer mahlûkâtında da görmek istemez. Bir düşünsene, bir hastanın yanında bulunan kimse sıhhatte bile olsa içi rahat edebilir mi? Zavallı, fakir bîçârelerin hâlini gördükçe, yediğim her bir lokma bana zehir oluyor, dert oluyor. Hemcinslerini sefâlette gören bir insan, gülistanda eğlenebilir mi hiç? Zira ağlayan birini gördüğümde, benim de gözüm nemleniyor.»”

Unutulmamalıdır ki merhamet, îmânımızın bu âlemde şahidi olan ve bizi kalben Rabbimiz’e yaklaştıran ilâhî bir cevherdir.



Allah Misafirinin Öğütleri

26 Ekim 2011 Çarşamba |

Allah dostlarından İbrahim Ethem anlatıyor. ..

Bir gün bana bir gurup misafir geldi. Hemen buyur ederek içeri aldım. Hepsinin de derviş olduklarını hemen anlamıştım.

Hoş beşten sonra yemekler yendi, sular içildi ve sohbete geçildi. Bir esrar âlemine dalmış devamlı konuşuyorduk. Artık iyice kavramıştım ki, Allah'a yakınlık hususunda misafirlerim benden çok ileri çizgide bulunuyorlardı. Onlardan birçok bilgiler kapabilirdim.

Sohbet dönüp dolaşıp "Allah korkusu" hakkında düğümlenince bu konuda bana ne gibi öğütler verebileceklerini ileri sürdüm, hatta "Benim de sizler gibi, Allah korkusunu iyice gönlümde kökleştirebilmem için neleri yapmam gerekiyor?" diye sordum.

Bana şu öğütleri sıraladılar:
Çok konuşarak gevezelik eden kimselerin kalbi uyanık değildir.
Midesini tıka basa dolduranlar, sır ve hikmetleri asla anlayamazlar.
Halk yığınları ile çok münasebette bulunanlar ibadetin gerçek tadını tadamazlar.
Geçici ve aldatıcı dünya nimetlerine sevgi besleyenlerin akıbetleri kötüdür.
Cahillerin kalpleri ölüdür.
Başkalarına zulüm ve haksızlık edenlerle düşüp kalkanlarda, aydınlık Allah yolunun gösterdiği doğruluk ve adalet duygusu yoktur.
Ötekinin berikinin hoşnutluğunu kazanmak isteyenler Allah'ın hoşnutluğunu kazanamazlar.


-Kırk Hadis-

Helal olmayan et

25 Ekim 2011 Salı |

Mir Muhammed Numan hazretleri, bir gün dervişlerden bir grupla, kendisini sevenlerden birinin evine dâvet edildi. Mîr, ev sâhibini huzûruna çağırıp; “İkrâmda ifrâta, aşırılığa gitmemesini söyledi ve sakın yemeklerde şüpheli bir şey bulunmasın.” buyurdu. O da elden geldiği kadar ihtiyâtlı hareket etti. Ama hazret-i Mîr”in yanında kalabalık bir cemâat bulunduğundan, pekçok keçi ve koyun kestiler.

Âniden, kesilen bu hayvanların birinin eti üzerinde sayısız kurtlar peydâ oldu. Öyle ki, bir anda etten kemiğe geçtiler. Hazret-i Mîr”e getirdiler; “Bunun için çok dikkat edin demiştik. Keçi, helâlden değildir. Allahü teâlâ kurtlarla bunu bize gösteriyor. Siz yine de araştırın.” buyurdu. Araştırdılar.

Anlaşıldı ki, bu keçi, hayvan zekâtı toplama memuru arkadaşının zulmen alıp, kendisine gönderdiği ve ev sâhibinin bundan hiç haberi olmadığı bir hayvandı.

Güvercin'in şikayeti

Yakut-i Arşi, insanlara olduğu gibi, hayvanlara karşı da çok merhamet sâhibiydi. Kuşlar ve diğer hayvanlardan bâzıları gelerek, ona bâzı şeyler sorarlardı. Allahü teâlânın izni ile onların ne söylediklerini anlar ve yardım ederdi. Bir defâsında dostları ile birlikte otururlarken, bir güvercin gelerek Yakut-i Arşiomuzuna kondu. Bir şeyler söylüyormuş gibi sesler çıkardı. Yâkût hazretleri bu güvercine; “Senin yanına dervişlerden birini katayım mı? Onunla gider misin?” dedi. (Sonradan anlaşıldığına göre) güvercin; “Senden başka kimseyi kabûl etmem” diyerek ısrâr ediyordu.

Yâkût hazretleri kalkıp hayvanına bindi. İskenderiyye’den Eski Mısır denilen yere gitti. Oradan Amr bin As Câmiine vardı. Orada bulunanlara; “Bana filân müezzini çağırır mısınız?” dedi. Çağırdılar. O müezzine; “Ey müezzin kardeş! Bu güvercin İskenderiyye’ye kadar gelip bana şikâyette bulundu ki, minârede bu güvercinin bir yuvası varmış. Güvercin yavrulayıp, yavruları biraz büyüyünce, sen bunun yavrularını kesip yermişsin.” dedi. Müezzin bu hâlini îtirâf edip; “Doğrudur. Bu hâl birkaç defa oldu” dedi.

Yâkût hazretleri müezzine, bu hâlin bir daha tekrarlanmamasını tenbih etti. Müezzin tövbe etti. Bir daha yapmamaya söz verdi. Yâkût hazretleri de hayvanına binerek tekrar İskenderiyye’ye döndü.